Yugoslavya’nın Atatürk’ü Josip Broz Tito, başa geçer geçmez futbol topunun içinde gizli olan, yaşadığımız dünyadan daha adil bir dünyanın potansiyelini fark etmiş olacak ki, 70 milleti 45 sene barış içinde yaşatırken sık sık futbolu kullanacak, ülkenin futbolda Avrupa’nın Brezilyası olmasında büyük bir rol oynayacaktı. Uzun yıllar Avrupa’nın en güçlü futbol ekolü olan Yugoslavya, 1980’lere gelindiğinde Avrupa’nın en kaliteli, en çok gelecek vaat eden oyuncularına sahipti. 1987’de Şili’de düzenlenen 21 yaş altı Dünya Kupası’nda, Yugoslavya maç başına 2.44’lük gol ortalaması tutturup tüm turnuvalar tarihinin en golcü takımı olarak şampiyon olduğunda turnuvanın en değerli oyuncusu da Robert Prosinecki’ydi.
12 Ocak 1969’da Hırvat orijinli Yugoslav bir gurbetçi işçinin çocuğu olarak Batı Almanya’nın Villingen Schwenningen şehrinde dünyaya gelmiş, henüz 18 yaşındayken Avrupa’nın en çok gelecek vaat eden oyuncusu olmuştu. Mijatoviç, Boban, Jarni, Stimac ve Suker gibi 1990’lı yıllara damgasını vuracak süper yeteneklerin, Avrupa’nın en büyük genç yıldızları olarak parladığı turnuvadan sonra futbol otoriteleri Prosinecki’yi yere göğe sığdıramıyordu: “Ayaklarında gözleri olan Prosinecki, henüz 18’inde ama daha şimdiden Avrupa’nın Maradonası olarak adını altın harflerle futbol tarihine yazdırdı”
Takım arkadaşı Mijatoviç’e göre Prosinecki önderliğindeki bu harika futbol orkestrasının sırrı beraber oynarken aldıkları eşsiz zevkteydi: “Prosinecki bana ve Suker’e öyle toplar atıyordu ki, sanırım ikimiz de o turnuva sırasında gol vuruşlarımızı iki haftada daha önceki yaşamımızda olmadığı kadar geliştirdik. O takım, gözleri kapalı bir şekilde bile bir arada oynayıp herkesi yenebilirdi. İlk üç maçta toplam 12 gol atmıştık ama çeyrek finalde Brezilya ile eşleştiğimizde herkes hiçbir şansımızın olmadığını söyledi. Biz de maçtan sonra hemen Belgrad’a dönmek için bavullarımızı çoktan hazırlamıştık. Sadece Robert Prosinecki her zamanki gamsızlığıyla eşyalarını toplamak yerine bavulunun üstüne oturmuş sigarasını tüttürerek bize gülüyordu. Onun attığı ve yaptığı asistle benim attığım golden sonra Brezilya’yı devirdiğimizde, biz eşyalarımızı bavullardan çıkarıp yerleştirirken o yine bavulunun üstüne kurulmuş, sigarasını üfleyerek halimize gülüyordu.”

Halbuki daha 6 ay önce formasını giydiği Dinamo Zagreb’in hocası Miroslav Blazeviç onu sadece 2 maçta oynattıktan sonra “Eğer bu fosur fosur sigara içen kendini beğenmiş velet futbolcu olursa, ben de antrenörlük diplomamı yerim” diyerek takımdan kovmuştu. Ama Kızılyıldız’ın hocaları Ljupko Petroviç ve Dragoslav Sekularac, hiç de Blazeviç gibi düşünmüyordu. Özellikle futbolculuğunda “Yugoslavya’nın George Best”i olarak anılan Sekularac, 18’lik Prosinecki’nin kendisine olan aşırı güveni ve bunu sağlayan olağanüstü tekniğinde kendisini hatırlatan bir şeyler bulmuştu: “Tıpkı bir zamanlar benim için olduğu gibi Prosinecki için de futbol görsel bir temaşa sanatıydı. Tam bir Gastarbeiter’di, yani ailesi Almanya’da çalışan bir gurbetçi çocuğu… Küçükken sürekli yalnız kaldığı için hep başının çaresine bakmış, böylece de her türlü baskıya karşı dirençli hale gelmişti. Diğerleri gibi gizli değil herkesin gözü önünde sigara içiyor, kızlarla takılıyor, kulağına küpe takıp Rock müzik dinliyordu. İlk tanıştığımızda beni görünce yanıma gelmiş ve sigarasını yere atarak bana sarılmıştı. Küçükken Almanya’da sürekli benim hayatımı anlatan filmleri izleyerek futbolcu olmaya karar verdiğini söylemişti”

Sekularac haklıydı, yıllar sonra 1987’deki turnuvada en iyi oyuncu seçildikten sonra üzerinde oluşan baskıyı nasıl kaldırdığı sorulduğunda sigarasından derin bir nefes çekip gülümseyecekti: “Asla üzerimde oluşan baskı benim için bir problem yaratmadı, aksine baskıdan hoşlanıyordum. Baskı altındayken hep elimden gelenin en iyisini yapmak zorunda hissettim. 1987’de de, Kızılyıldız’la Şampiyon Kulüpleri kazandığım 1991’de de, Barcelona’da da, Real Madrid’de de, Hırvatistan’la Dünya Kupası’nda üçüncü olduğumuz 1998’de de baskı en iyi arkadaşımdı.”

1991’e kadar dört yılda 117 kez formasını giydiği Kızılyıldız’la 24 gole imza atacak, 1991’de Yugoslavya futbolunun kulüpler düzeyinde en büyük başarısını kazandığı Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğunda başrolde Altın Portakal’lık bir futbol performansı sergileyecekti. 29 Mayıs 1991’de İtalya’nın Bari şehrindeki San Nikola Stadı’ndaki final maçını dün gibi hatırlıyor Prosinecki: “O zamanlar Kızılyıldız, Sırp milliyetçilerinin takımı değil, tüm Yugoslavya’nın takımıydı. Yugoslavya’yı oluşturan tüm milletlerin en iyi oyuncuları bizim takımdaydı: Refik Şabanadzoviç, Vladimir Jugoviç, Sinisa Mihailoviç, Dejan Saviçeviç, Darko Pancev, Romanya’dan Yugoslavya’ya iltica eden Belodecici ve ben. Benim için o gecenin daha ayrı bir önemi vardı. Kızılyıldız tarihinin en büyük yıldızlarından Stojkoviç, rakibimiz Marsilya’ya rekor bir ücretle transfer olmuş, onun orta sahadaki boşluğunu doldurmak da bana kalmıştı. Biz futbol oynamaya, Marsilya da futbol oynatmamaya çalışıyordu. Maç penaltılara kaldığında, adalet yerini buldu. Ben ilk penaltıyı atarken, çoktan tarihe geçtiğimizi düşünüyordum. O anın daha da ötesi yoktu. Bizden önce sadece Steaua Bükreş bir Doğu Avrupa takımı olarak bunu başarabilmişti. O zamana kadarki hayatımın en güzel anıydı. Şimdilerde bir Doğu Avrupa takımının bunu başarması ne kadar da imkansız gözüküyor ve bu çok acı…”

Belki de Yugoslavya tarihinin son güzel gecesi oldu o gece. Yılın sonuna doğru ülkeyi oluşturan federe cumhuriyetler arasında parlayan iç savaş kıvılcımları, önce Yugoslavya’yı bir yangın yerine dönüştürecek; Amerika ve Almanya’nın körüklediği etnik ayrılıkçı rüzgarlar, yangını körükleyip Yugoslavya’yı enkaza döndürecekti. Birçok yıldız futbolcu gibi Robert Prosinecki de Avrupa’ya iltica ederek kendisine yeni bir ülke arayacaktı. Ama Prosinecki sürgündeki eski Yugoslav futbol yıldızlarının en parlağı oldu. İlk önce Real Madrid’e transfer olan eski Yugoslav yeni Hırvat futbol sanatçısı, uzun bir süre eski istikrarını yakalayamadı. Üç sezonda sadece 55 kez R. Madrid forması giyebilirken sadece 10 gol attı ve daha çok başta sakatlıklar olmak üzere saha dışındaki sorunlarla boğuşmak zorunda kaldı.

Tabii ki rahmetli ülkesindeki etnik iç savaş yangınına dönüp baktığında, İspanya Prosinecki için olabilecek en güzel sığınaktı: “Benim için İspanya hala dünyanın en güzel ülkesidir ve Zagreb’le beraber hayatımda kendimi gerçekten yaşıyor hissettiğim tek yerdir. Hala sık sık İspanya’ya giderim, kızım orada Oviedo’da yaşıyor. Ve onu her ziyarete gittiğimde insanların beni hala tanıyor olması tarifsiz bir mutluluk. İspanyollar ve Hırvatlar birbirlerine çok benziyorlar. Futbol İspanya’da başlı başına bir din ve iki ezeli rakip olan Real Madrid ve Barcelona’da forma giymiş olmama rağmen her iki kulübün seyircileri tarafından seviliyor olmak harika bir duygu. Üstelik de sakatlıklar yüzünden Real Madrid’de benden bekleneni verememiş olmama rağmen, beni hiç unutmamış olmaları ve ‘Eğer sakatlıklar olmasaydı, Prosinecki yeni Maradona’ydı’ demeleri harika bir şey. Sakatlıklara gelirsek, hayat böyledir, bir atlıkarınca gibidir; en yukarı çıktığında her an en aşağıya inmeye kendini hazırlamalısın.”
Prosinecki, en yukarıda dünyanın en büyük yıldızlarıyla aynı takımda oynarken, hem Real’de hem de Barça’da takım arkadaşı olan bir oyuncu onun için bambaşka oldu: “Beraber oynama şansına eriştiğim en büyük futbolculardan birisi şüphesiz Hagi’dir. Hala çok iyi bir arkadaşımdır. Ondan çok şey öğrendim ama en önemlisi sakatlandığımda ya da kalitemin altında bir performans gösterdiğimde bile hep bir sonraki güne bakmak oldu. Hagi hep ‘Que sera, sera’ der, önüne bakardı. Barça ve Real’le yakalayamadığı başarıyı, kariyerinin sonbaharında Galatasaray’la yaşaması, başlı başına onun ne kadar büyük bir futbolcu olduğunu gösteriyor. Hagi bambaşkadır, o harika bir adamdır”
Belki de Hagi’den aldığı ilhamla Real’den ayrıldıktan sonra 1994’te Real Oviedo’da yeniden doğan Prosinecki, 1995 yazında Cruyff’un en beğendiği oyuncu olarak Barcelona’ya transfer oldu. Sezon başında harikalara yaratan Prosinecki, Cruyff ve kendisini “Robert Barcelonisimo” olarak niteleyen Katalan basını için başlı başına bir takımdı. Daha sonra bir kez daha şanssız bir şekilde sakatlanan Prosinecki, sezon başındaki formuna bir daha ulaşamasa da Nou Camp’ta kendine has bir futbol tadı bırakacaktı. Prosinecki için de Barça ve Cruyff bambaşkaydı: “Dünyanın her yerinde tüm futbolcular Real Madrid ve Barcelona’da oynamak ister. Kazanılan başarılara ve madalyalara bakınca Real dünyanın en büyük kulübü gibi gözükse de benim için Barça’nın yeri başkadır. Cruyff sadece beraber çalıştığım en iyi teknik adam değil, başlı başına bir futbol filozofudur. Onun hızlı ve sürekli hücuma odaklanan oyun tarzı, benim hayalimdeki futboldu. O yüzden de sakatlanmadan önce hayatımın en güzel futbolunu Barcelona’da oynamıştım.”
1996’da uzun süren sakatlığından sonra Barcelona’dan ayrılan Prosinecki, sırasıyla Sevilla, Dinamo Zagreb, NK Hrvatski, Standart Liège, Portsmouth, Ljubljaba ve NK Zagreb’te forma giydi ve 2004 yılında futbolu bıraktı. Barça’dan sonra oynadığı daha mütevazi takımlardan çok Hırvatistan formasıyla futbol adına bizleri ihya etmeye devam etti. İlk olarak tarihinde ilk kez ayrı bir ülke olarak Euro 96’ya katılan Hırvatistan formasıyla harika maçlar çıkardı ve her ne kadar Boban ve Suker’in gölgesinde kalsa da takımının gruptan çıkmasında önemli bir rol oynadı. 1998 Dünya Kupası ise Prosinecki’nin futbol kariyerinin en güzel yazlarından biriydi. Dinamo formasıyla üç yılda sadece 50 maç oynamasına ve fizik kondisyon açısından Sergen seviyesinde olmasına rağmen Hırvatistan’ın üçüncü olmasında hayati bir rol oynarken, bambaşka bir rekora da imzasını attı. Grup maçlarında Jamaika’ya attığı gerçeküstü gol, aynı zamanda bir oyuncunun iki ayrı milli takım formasıyla attığı ilk gol oldu. 1990 Dünya Kupası’nda Yugoslavya formasıyla Birleşik Arap Emirlikleri filelerini havalandıran Prosinecki, bu kez Hırvatistan’ın maçı garantilemesini sağlayan gole imza attı ve başta çeyrek finalde Almanya’yı 3-0’lık bir hezimete uğrattıkları karşılaşma olmak üzere Hırvatistan’ın üçüncülüğüne giden yolda, dahiyane paslarıyla turnuvanın yıldızlarından birisi oldu. Üstelik de kaderin harika bir cilvesi sonucu, Hırvatistan’ın başında bir zamanlar “Prosinecki’den futbolcu olursa ben de antrenörlük diplomamı yerim” diyen Blazeviç vardı.
2001’de önce dört maçlığına Hırvat savaş gönüllülerinin takımı NK Hrvatski Dragovoljac’da forma giydikten sonra bir kez daha yurt dışında şansını denemeye karar verdi. 2001-02’de formasını giydiği Standart Liège’den “Burası kazanınca New York, kaybedince Tahran oluyor” diyerek ayrılan Robert Prosinecki, İngiltere’nin Portsmouth takımından gelen teklifi değerlendirerek son bir kez üst düzey bir ligde forma giymeyi karar verdi.
2001-02 sezonunda gösterdiği performansla Portsmouth’ın kümede kalmasında hayati bir rol oynayan Prosinecki sadece bir yıl oynamasına rağmen gelmiş geçmiş en iyi oyunculardan birisi olarak Portsmouth tarihinde asla unutulmayacak bir iz bıraktı. Taraftarın sevgilisi olmasına rağmen saha dışında içtiği günde iki paket sigarayla İngiltere Futbol Federasyonu’nun kara listesine giren oyuncu, babasının ağır hastalığı nedeniyle ona yakın olabilmek için İngiltere’den ayrılmak zorunda kaldı. Babasının tedavi gördüğü Slovenya’nın Olimpija Ljubljana takımına transfer olduğunda, futbol gönlünde hala İngiltere Ligi vardı: “Kariyerim boyunca başta sakatlıklar olmak üzere çok büyük şanssızlıklar yaşadım. Eğer zamanı durdurma şansım olsaydı Portsmouth’ta oynadığım zamanı durdurmayı tercih ederdim. Hiç olmadığı kadar huzurlu ve mutluydum. Küme düşmemek bile olsa hedefi olan bir mütevazi bir takımla kenetlenerek 33 yaşında yeniden doğdum. Taraftarları hiç unutmadım, özellikle de sigara tiryakiliğim dolayısıyla federasyonun hedef tahtası olduğumda bana destek vermek için tribünlere asılan pankartları hiç unutmadım. Zaten nüfusunun %90’ının ve Adams gibi en ünlü oyuncularından birisinin alkolik olduğu bir ülkede sigarama neden bu kadar taktıklarını hiç anlayamamıştım. Üstelik gördüğüm tüm oyuncular da sigara içiyordu, sadece ben bunu gizlemiyordum. Ama taraftarlar gereken cevabı verdiler. Onları asla unutamam, gördüğüm en güzel karşılıksız sevgiydi.”

Prosinecki bugünlerde eski takım arkadaşları Biliç ve Asanoviç’le beraber Hırvatistan’ın başında. Belki de yine 1987’deki bavulunun üstüne kurulmuş sigarasını tüttürürken, tavana yükselen dumanların içinde başka bir sürpriz şampiyonluğun hayallerini kuruyor. Portsmouth’ın “Yeni Prosinecki”si Niko Kranjcar’ın idolü olarak, ayda bir kez Fratton Park’a uğruyor; ilhama ihtiyacı olduğunda Hagi’yi arıyor. Her pazar Hırvatistan Amatör Ligi’nin NK Savski Marof takımında asla paslanmayan klasını ara sıra sergilerken Barça’daki, Real’deki, Kızılyıldız’daki günlerine geri dönüyor ve hala futbol topunun Balkanlar’daki en adil tanrı olduğuna inanıyor: “Ben futbol oynadığımda zevk almaya bakarım; eğer iyi oynamadıysam içimde uçsuz bucaksız bir boşluk belirir, futboldan zevk almıyorsam bu dünyada işim ne diye sorarım”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder