skip to main | skip to sidebar

Futbol,Güncel...

footballove.com

Bu Blogda Ara

30 Aralık 2009 Çarşamba

Aman Dudek!

O karşındaki kaç para biliyo’ musun sen!? :)

Gönderen agovic zaman: 07:42 Hiç yorum yok:
Etiketler: foto, futbol, la liga

Futbol tanrıları ve Torres

Liverpool karlı Aston Villa deplasmanından Fernando Torres’in 90+2′de gelen golüyle 1-0 galip çıktı. Oynanan futbol yine hayal kırıklığıydı. Aston Villa bütün maç geldi de geldi, Benitez ise ben nasıl televizyon karşısından maçı izliyorsam aynen öyle kenardan maçı izledi. Ancak bu maçta Liverpool adına tek birşey farklıydı. O da sezon başından beri Liverpool’un yanında olmayan futbol tanrılarının bu akşam Liverpool’un yanında olmasıydı.

Maçı izlerken de “Aston Villa oynuyor ama Liverpool bir şekilde alacak bu maçı sanki” diyordum kendi kendime. İçime doğmuş 90+2′de top ite kaka Liverpool’un bu akşamki en iyisi Torres’in önünde kaldı ve El Nino köşeyi affetmedi.

İlk başta da dediğim gibi futbol hala nanay. Benitez 1 puana yatarken son dakikada 3 puanla ayrıldı sahadan. Yılbaşı hediyesinin böylesi.

Gönderen agovic zaman: 07:41 Hiç yorum yok:
Etiketler: Fernando, forvet, foto, futbol, premier lig, teknik direktor, Torres

Hafta Sonu Futbol @ TV


2 Ocak Cumartesi

17.00 Middlesbrough – Manchester City (NTVSPOR) – FA Cup
19.15 Reading – Liverpool (NTVSPOR) – FA Cup
21.00 Barcelona – Villarreal (NTV)
23.00 Atletico Madrid – Sevilla (NTVSPOR)

3 Ocak Pazar

14.30 Celtic – Rangers (FUTBOL SMART)
15.00 Manchester United – Leeds United (NTVSPOR) – FA Cup
18.15 West Ham – Arsenal (NTVSPOR) – FA Cup
18.00 Zaragoza – Deportivo (NTV)
20.00 Mallorca – Athletic Bilbao (NTVSPOR)
22.00 Osasuna – Real Madrid (NTV)

Gönderen agovic zaman: 07:26 Hiç yorum yok:
Etiketler: fa cup, futbol, la liga, Ntv Spor, TV

29 Aralık 2009 Salı

Beckham @ Milano



6 aylığına kiralık olarak Milan’a geri dönen Beckham, sabah saat 11 civarı Milano’ya inmiş. Hemen sağlık kontrolleri cart,curt ardından da akşamüstü antremanına çıkmış. Okyanus aşırı yolculuk sonrası insan bi’ dinlenir dedim ama Beckham Avrupa futbolunu çok özlemiş anlaşılan.

Bakalım Leonardo, Becks için kadroda kimi kesecek…
Gönderen agovic zaman: 13:29 Hiç yorum yok:
Etiketler: Beckham, David, David Beckham, Milan, Milano

AVRUPA'NIN EN BÜYÜK FUTBOL SAVAŞI: SIRBİSTAN vs HIRVATİSTAN



Hırvatistan’ın Real Madrid’i olarak nitelendirebileceğimiz Dinamo Zagreb’in Maksimir Stadı’nın girişinde devasa bir anıt vardır. Anıta ilk baktığınızda her ne kadar bizim Çanakkale Şehitliği’ne benzetip savaşta hayatını kaybeden insanlara adanan bir saygı duruşu zannetseniz de üzerinde yazanı okuduğunuzda o güne kadar futbol adına bildiğiniz her şey ters yüz olur. Balkanlar söz konusu olduğunda futbolun asla sadece futbol olmamasının ötesinde başlı başına bir savaş biçimi olduğunu anlarsınız: “Bu anıt, 13 Mayıs 1990’da Sırbistan’a karşı kutsal savaşı başlatan Dinamo Zagreb taraftarlarının şerefine buraya dikilmiştir”

Anıtın soğukluğunda sonsuzlaştırılan 13 Mayıs 1990 tarihi, sadece karşılaştırma yapıldığında Milwall’lu holiganları, Chelsea’li Kafatası Avcıları’nı tiyatro izleyicisine dönüştürecek Dinamo Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar fanatik grubu için değil, tüm Balkan halkları için insanlık tarihinin en acı sayfalarından olan Yugoslavya İç Savaşı’nın miladıdır.

Henüz başta Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar olmak üzere tüm Güney Slav halklarının 45 yıldır aynı çatı altında göreceli bir barış ve huzur içinde yaşadıkları Yugoslavya Halk Cumhuriyeti, kağıt üzerinde de olsa intihar etmemişken, başta Almanya ve tabii ki Amerika olmak üzere dış güçlerin tetiklediği iç savaş kapıdadır. Yugoslavya Federasyonu’nu oluşturan en büyük iki cumhuriyetten Hırvatistan’da ayrılıkçı partiler seçimleri kazanmış, Sırbistan’da ise Hırvat hükümetinin düşman ikizi olan aşırı milliyetçi Slobodan Miloseviç iktidarını pekiştirerek Yeni Dünya Düzeni’nin en kanlı savaşını tetiklemektedir.

Yugoslavya’nın can çekiştiği bu günlerde, daha önce Tito zamanında halkları birleştirmenin en güzel yolu olan futbol artık halkları birbirine kırdıran uluslararası kuklaların oyuncağıdır. İronik bir şekilde 1990 yazında Avrupa’nın Brezilyası olarak addedilen Yugoslavya, Dünya Kupası’nda çeyrek finale kadar yükselecek, hatta insan kasabı Arkan devreye girene kadar sadece Sırpların değil tüm Yugoslavların takımı olan Kızılyıldız bir yıl sonra finalde Bernard Tapie’nin Marsilya’sını devirerek Şampiyonlar Ligi şampiyonu olacaktı.


Ama artık Tito öleli 10 yıl olmuş, bir zamanların Soğuk Savaş ikliminde ne Amerika ne de Sovyetler Birliği karşısında diz çökmeyen, hatta Arap ülkelerine liderlik yaparak Bağlantısızlar Hareketini kuran itibarlı Yugoslavya’sı artık Miloseviç’lerin, Tudjman’ların, Arkan’ların insafına terk edilmişti. Tito’nun ölümünden sonra futbol, rejime karşı aşırı milliyetçi muhalefetin en büyük propaganda aracıydı. Artık sadece Hırvatların takımı olan Dinamo Zagreb, sezon sonuna kadar artık Sırp aşırı milliyetçiliğinin en büyük bayrağı olan Kızılyıldız’la büyük bir şampiyonluk yarışı yaşamıştı.

13 Mayıs 1990 günü ise, şampiyon aslında çoktan belliydi. Prosinecki, Stojkoviç, Pancev, Saviçeviç ve Şabanadzoviç gibi Yugoslavya’nın tüm halklarından en iyi oyuncuları bir araya getiren Kızılyıldız, zorlu maratonda Dinamo karşısında ipi göğüslemiş, Zagreb’e şampiyonluğunu kutlamaya gidiyordu. Ama sahada kutlama dışında her şey olacak, her iki tarafın aşırı milliyetçileştirilmiş fanatik taraftarları, henüz maç başlamadan birbirlerinin arabalarını ateşe vererek savaşa başlayacaklardı. Kızılyıldız’ın kendisini “Kahramanlar” olarak adlandıran Delije taraftar grubundan yaklaşık üç bün kişi yanlarında tel örgüleri imha edecek asit sülfüriklerle Zagreb’e gelmişler, liderleri Arkan eşliğinde on bin kadar Zabrebli ile yakın zamanda ülkeyi hiç sönmeyecek yangın yerine çevirecek olan iç savaşın provasını yapıyorlardı. O zamanlar multietnik bir yapıya sahip olan Zagreb polisi ne yapacağını şaşırmış bir biçimde amirlerinin emirlerine kulak asmayarak etnik kökenlerine göre savaşa kenarından köşesinden dahil oldu.

Asıl kıyamet ise maç başladığında yaşanacaktı. Belgrad’dan getirdikleri sülfürik asitlerle tel örgüleri eriten ve Sırp milliyetçisi şarkılarla Dinamo Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar’ına saldıran Kızılyıldızlı holiganlar, Maksimir Stadı’nı savaş alanına çevirdiler. Holiganlıkta Sırp düşmanlarından asla geri kalmayan Kötü Mavi Çocuklar, yanlarında getirdikleri bıçaklar ve söktükleri tribünlerle karşılık verince olay iyice çığırından çıktı. Aslında bu savaşın en büyük tetikleyicisi olan Sırp lider Miloseviç ve Hırvat meslektaşı eski Partizan başkanı Tudjman’ı öldürmekten bahseden holiganlar, karşılıklı çekilen bıçaklarla birbirlerini yaraladılar.

Bu sırada Kötü Mavi Çocuklar, maçın oynandığı sahaya hücum ettiler. Birçoğu Sırp kökenli olan polis Zagreb’lilere sanki Kızılyıldız taraftarlarıymış gibi ellerindeki coplarla saldırırken Delije grubu da sahaya daldı. Bu esnada ortaya çıkan arbedede maç başlayalı henüz 10 dakika bile olmamışken Kızılyıldızlı oyuncular soyunma odasının yolunu tutarken, kaptan Zvonimir Boban liderliğindeki Dinamo Zagrebli oyuncular da savaşa dahil oldular. Bir Dinamolu taraftarı coplayan polise Cantonavari bir uçan tekme atan Boban o anda Hırvatistan’ın ilk savaş kahramanına dönüştü.

Aslında binlerce insanın ağır bir şekilde yaralandığı futbol savaşında Boban’ın tekme attığı polis bir Sırp değil, bir Boşnak’tı ama o tarihi anda bunun hiçbir önemi yoktu. Boban’ın uçan tekmesiyle yaralanan Bosnalı Müslüman polis daha sonra Boban’ı affettiğini söylerken, federasyon tarafından cezalandırılan ve 1990 Dünya Kupası’nda forma giyemeyen Boban o günlerin atmosferine uygun bir şekilde hamaset dozu yüksek milliyetçi söylemine devam etti: “Ben o anda sadece tek bir ideal, tek bir dava uğruna kariyerimi, şöhreti elimin tersiyle ittim, hayatımı hiç düşünmeden riske attım; bugün de aynısını yaparım çünkü o ideal, o dava Hırvatistan’ın davasıdır”




Peki Boban’ın bahsettiği Dinamo Zagreb formasına bürünmüş Hırvatistan’ın davası neydi? Bu futbol savaşından üç yıl önce, başta Boban olmak üzere Sırp ve Hırvatların beraberce forma giydikleri Yugoslavya Ümit Milli takımı dünya şampiyonu olmuş, Yugoslavya tarihinin en iyi jenerasyonunu yakalamıştı. Ama yine başta asıl iç savaş patladığında kapağı Milan’a atacak olan Boban ve diğer oyuncular dünyanın en zengin futbolcularına dönüşürken, o gün birbirlerine bıçaklarla saldıran Zagreb ve Kızılyıldızlı gençler bu kez lig mücadelesine kaldıkları yerden devam ederek savaş meydanlarında kalaşnikoflarla birbirlerini öldürmeye başladılar.

Yugoslavya futbolunun rahmetli olduğu o gün, Kızılyıldızlı Delije’lerin lideri olan Arkan, Kaplanlar adıyla dünyaca meşhur olan cinayet ve tecavüz çetesinin nüvesini Kızılyıldızlı holiganlardan oluşturdu. Hatta daha da güçlü bir çete kurmak için bir kez daha futbolu devreye soktu. 1992’de oynanan Belgrad derbisinde, tarihlerinde ilk kez altmış bin Partizanlı ve Kızılyıldızlı birlikte şarkı söylediler. Arkan’ın adamları tribünleri ve saha kenarını ablukaya alırken, daha önceleri Partizan’lılara “Türkler, Müslümanlar, Zenciler, Komünistler sürüsü” diye hakaret eden Kızılyıldız’ın Delije grubu, düşman kardeşleri Partizan’ın “Mezar Kazıcılar” olarak tercüme edebileceğimiz Grobari’leriyle Sırpların Hırvatistan’a saldırısını kutsadılar. Herkes maçı izlemeyi bırakmış, koro halinde Sırp ordusunun girdiği Hırvatistan şehirlerin isimlerini haykırıyordu: “Vukovar’a 10 kilometre, Vukovar fethedildi, Zagreb’e 20 kilometre, Zagreb Sırp’tır!”



1980’lerden beri Sırp değil de Yugoslav yani Müslüman ve komünist olmakla suçlanan Partizanlılar, Kızılyıldızlı düşman kardeşlerinin altında kalmamak için Arkan’ın çetesine gönüllü olarak katıldılar. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki bu futbol savaşının tek günahkarı Sırplar değildi, en baştan itibaren Hırvatlar da en az Sırplar kadar savaş suçlusuydu. Birçok Hırvat Arkan’ı, Dinamo Zagreb ve düşman kardeşi Hajduk Split’li holiganları provoke ederek gönüllü olarak savaş çetelerine katılmasını sağlamış, Hırvatistan’ın %18 ile en büyük azınlığı olan sıradan Sırp kökenli vatandaşların üzerine salmıştı. Halihazırda 1980’li yıllarda Hırvat aşırı milliyetçiliğinin en büyük kalesi olan Dinamo Zagreb’in Maksimir Stadı artık yasa dışı silah ticaretinin en büyük merkezlerinden birisine dönüşmüş, Dinamo’nun armasındaki damalı bayrak Hırvatistan’ın yeni bayrağı olmuştu. Birçok Hırvat savaş suçlusu, iç savaş esnasında Sırp ve Boşnak kadınlara tecavüz ederken, Split ve Dinamo marşları söyleyecek, Sırplar da Kızılyıldız ve Partizan marşlarını savaş çığlıklarına dönüştürerek aynı iğrenç muameleyi Hırvat ve Boşnak kadınlara yapacaklardı.




Artık sadece takımların isimlerinde halkların kardeşliğini vurgulayan isimler vardı, hatta Dinamo Zagreb daha da ileri giderek tarihi takımın ismini Croatia Zagreb olarak değiştirdi. Bu arada birçok Sırp’ın boğazını kesmekle böbürlenen en ünlü Hırvat savaş kahramanlarından birisine İrlanda’nın meşhur santrforu Tony Cascarino’nun ismi verilmişti. Her iki taraf savaşı kazandığını iddia etse de tüm savaşlarda olduğu gibi yine her iki taraf da kaybetmiş, futbol yaşanan kıyımın yanında sadece saha dışında milliyetçiliğin en büyük provokasyon aracına dönüşmüştü.


Savaştan sonra eski Yugoslavya halkları her alanda olduğu gibi futbolda da fena halde küme düştüler. Birkaç yıl önce dört büyükler olan Partizan, Kızılyıldız, Dinamo Zagreb ve Hajduk Split’in nefes nefese bir mücadele sergilediği Yugoslavya Ligi, Avrupa’nın en kaliteli ve çekişmeli liglerinden birisiydi. Savaş sonrasında ise yeni kurulan yerel ligler sadece Batı Avrupa’nın büyük takımlarına ucuz futbolcu yetiştiren sıradan liglere dönüştüler. Zagreb’in Kötü Mavi Çocukları, enerjilerini daha çok ezeli rakipleri Hajduk Split’le savaşmaya harcarken, her iki takım da yükselen Neo-Nazizmin en güçlü kaleleri oldular. Hitler’in sloganlarını ve amblemlerini takımlarının bayraklarına ekleyen Hajduk Split’in Torcida taraftar grubu, defalarca UEFA tarafından ağır bir şekilde cezalandırıldı. Zagreb de neo-nazizm soslu holiganizmde ezeli rakipinden aşağı kalmadı. İşler kötü gidince takımlarında oynayan siyahi oyunculara ırkçı lanetler yağdırırken, Avrupa arenasında eski parlak günlerini mumla aradılar. 1994’te Fransa’da Auxerre ile karşılaştıkları Kupa Galipleri Kupası maçında şehri Kosova’ya dönüştürdükten sonra UEFA tarafından Avrupa Kupaları’ndan men edildiler.



Sırbistan’da ise işler daha da karışmıştı. Savaştan sonra Sırbistan’ın en zengin ve en güçlü adamına dönüşen Arkan, her maçta Kosova bayraklarını ateşe veren Kızılyıldız tribünleri yeteri kadar milliyetçi bulmadıkları gizli ortağı Miloseviç’e muhalefete devam edince, Obiliç takımına başkan oldu. Obiliç ismi, Kosova Savaşı’nda Osmanlı Sultanı I. Murad’ı öldüren “Sırp kahramanı” Miloş Obiliç’ten geliyordu. 1998’de Arkan’ın çetesinin yıldız oyuncularını garajlara kilitleyerek ölümle tehdit ettiği Kızılyıldız ve Partizan’ı geride bırakarak lig şampiyonu olan Obiliç, Arkan bağlantısı yüzünden en başta UEFA tarafından veto edildi. Şarkıcı karısı Ceca’yı takımın başına geçiren Arkan, ilk önce Obiliç’e olan vetonun kalkmasını sağladı, daha sonra da yine büyük bir kısmı futbol holiganlarından oluşan Kaplanları ile Kosova’yı kana buladı.


Yugoslavya İç Savaşı’nın şimdilik son perdesi olan 1999’daki Kosova Savaşı’ndan hemen sonra asıl kıyamet yine futbol sahalarında yaşanacaktı çünkü Sırbistan ve Hırvatistan Euro 2000 elemelerinde aynı gruba düşmüşlerdi. Her iki maç da beraberlikle sonuçlanırken, saha dışında taraftarlar 1995’te resmen biten savaşın daima süreceğini haykırırcasına birbirlerinin arabalarını yaktılar. Sonradan Fenerbahçe forması giyecek olan Mirkoviç, Hırvat Jarni’yle birbirlerini boğazladıktan sonra oyundan atıldı ve Sırp aşırı milliyetçileri Çetnik’lerin selamını vererek sahayı terk etti. Zaten Hırvatistan’ın yeni damalı forması İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler ile işbirliği yapan Hırvat faşistleri Ustaşaların bayrağı ile aynıydı!

Futbol, Real Madrid-Franco, Lazio-Mussolini çarpık ilişkilerinde bile hiç bu kadar çirkinleşmemiş, en azından diğer örneklerde rakip takım ya da taraftar gruplarından en az bir tanesi daha insani refleksler göstererek futbola güzel anlamlar yüklemişti. Ama bizzat holiganizmin anavatanı İngiltere’deki futbol şiddetini anlatan Football Factory filminin Tommy Jones’u bile Zagreb’e holiganizm üzerine belgesel çekmeye gittiğinde kendi oynadığı rolün Sırp-Hırvat futbol savaşına göre en fazla bir eşek şakası olduğuna kanaat getirecekti. Belgrad’ın köhne bir barında Zare adlı bir Partizanlı’nın bir Hajduk Split’li tribün liderine nasıl tecavüz ettiğini kendisinden geçerek anlattığı anda belki de ilk kez futboldan tiksindi çünkü Balkanlar’da futbol savaş, savaş da futboldu!
Gönderen agovic zaman: 13:24 Hiç yorum yok:
Etiketler: Avrupa Futbolu, Dinamo Zagreb, Hrvatistan, Partizan, Yugoslavya

Zico&Romario&Adriano


Bu üçlü bugün Marcana stadında beraberdi. Sadece Romario, Zico ve Adriano da değil. Şu anki Flamengo kadrosuyla 80 ve 90′ların efsane isimleri hayır vakıflarına para toplamak için bir dostluk maçı yaptılar. Maçın skoru 5-5. 70.000 kişinin izlediği karşılaşmadan elde edilen gelir yaklaşık 254.000 dolar. Zico ve Romario’yu yan yana oynarken izlemenin bedeli paha biçilemez…

5
4
3

2
1
0,,33503692-EXH,00
Gönderen agovic zaman: 11:20 Hiç yorum yok:
Etiketler: Adriano, Avrupa Futbolu, Brezilya, Güncel, Romario, Zico

28 Aralık 2009 Pazartesi

ZAGREB,HIRVATİSTAN DEMİŞKEN: AVRUPA'NIN EN BREZİLYALI FUTBOL

Güzel ülkeydi Yugoslavya… Hele 1991’de dağıldıktan sonra Yugoslavya’dan geriye kalan ülkelerin haline bakınca, yeryüzünde cennetti belki de… Her şeyden önce futbolda Avrupa’nın Brezilyasıydı… Rahmetli Yugoslavya’yı oluşturan 70’e yakın millet, futbol söz konusu olduğunda kendisini her zamankinden daha Yugoslav hisseder, topun peşinde nereden geldiğini unuturdu. Şimdilerde imkansız gözükse de o zamanlar Hırvatlar, Sırbistan’daki takımlarda, Sırplar Hırvatistan’daki takımlarda oynar, futbol söz konusuysa hiçbirinin ne etnik kökeninin, ne dininin, ne de hayat görüşünün en ufak bir önemi kalırdı. Afrika’da olduğu gibi bir zamanların Yugoslavya’sında da en adil Tanrı, futbol topuydu…

Yugoslavya’nın Atatürk’ü Josip Broz Tito, başa geçer geçmez futbol topunun içinde gizli olan, yaşadığımız dünyadan daha adil bir dünyanın potansiyelini fark etmiş olacak ki, 70 milleti 45 sene barış içinde yaşatırken sık sık futbolu kullanacak, ülkenin futbolda Avrupa’nın Brezilyası olmasında büyük bir rol oynayacaktı. Uzun yıllar Avrupa’nın en güçlü futbol ekolü olan Yugoslavya, 1980’lere gelindiğinde Avrupa’nın en kaliteli, en çok gelecek vaat eden oyuncularına sahipti. 1987’de Şili’de düzenlenen 21 yaş altı Dünya Kupası’nda, Yugoslavya maç başına 2.44’lük gol ortalaması tutturup tüm turnuvalar tarihinin en golcü takımı olarak şampiyon olduğunda turnuvanın en değerli oyuncusu da Robert Prosinecki’ydi.

12 Ocak 1969’da Hırvat orijinli Yugoslav bir gurbetçi işçinin çocuğu olarak Batı Almanya’nın Villingen Schwenningen şehrinde dünyaya gelmiş, henüz 18 yaşındayken Avrupa’nın en çok gelecek vaat eden oyuncusu olmuştu. Mijatoviç, Boban, Jarni, Stimac ve Suker gibi 1990’lı yıllara damgasını vuracak süper yeteneklerin, Avrupa’nın en büyük genç yıldızları olarak parladığı turnuvadan sonra futbol otoriteleri Prosinecki’yi yere göğe sığdıramıyordu: “Ayaklarında gözleri olan Prosinecki, henüz 18’inde ama daha şimdiden Avrupa’nın Maradonası olarak adını altın harflerle futbol tarihine yazdırdı”

Takım arkadaşı Mijatoviç’e göre Prosinecki önderliğindeki bu harika futbol orkestrasının sırrı beraber oynarken aldıkları eşsiz zevkteydi: “Prosinecki bana ve Suker’e öyle toplar atıyordu ki, sanırım ikimiz de o turnuva sırasında gol vuruşlarımızı iki haftada daha önceki yaşamımızda olmadığı kadar geliştirdik. O takım, gözleri kapalı bir şekilde bile bir arada oynayıp herkesi yenebilirdi. İlk üç maçta toplam 12 gol atmıştık ama çeyrek finalde Brezilya ile eşleştiğimizde herkes hiçbir şansımızın olmadığını söyledi. Biz de maçtan sonra hemen Belgrad’a dönmek için bavullarımızı çoktan hazırlamıştık. Sadece Robert Prosinecki her zamanki gamsızlığıyla eşyalarını toplamak yerine bavulunun üstüne oturmuş sigarasını tüttürerek bize gülüyordu. Onun attığı ve yaptığı asistle benim attığım golden sonra Brezilya’yı devirdiğimizde, biz eşyalarımızı bavullardan çıkarıp yerleştirirken o yine bavulunun üstüne kurulmuş, sigarasını üfleyerek halimize gülüyordu.”

Halbuki daha 6 ay önce formasını giydiği Dinamo Zagreb’in hocası Miroslav Blazeviç onu sadece 2 maçta oynattıktan sonra “Eğer bu fosur fosur sigara içen kendini beğenmiş velet futbolcu olursa, ben de antrenörlük diplomamı yerim” diyerek takımdan kovmuştu. Ama Kızılyıldız’ın hocaları Ljupko Petroviç ve Dragoslav Sekularac, hiç de Blazeviç gibi düşünmüyordu. Özellikle futbolculuğunda “Yugoslavya’nın George Best”i olarak anılan Sekularac, 18’lik Prosinecki’nin kendisine olan aşırı güveni ve bunu sağlayan olağanüstü tekniğinde kendisini hatırlatan bir şeyler bulmuştu: “Tıpkı bir zamanlar benim için olduğu gibi Prosinecki için de futbol görsel bir temaşa sanatıydı. Tam bir Gastarbeiter’di, yani ailesi Almanya’da çalışan bir gurbetçi çocuğu… Küçükken sürekli yalnız kaldığı için hep başının çaresine bakmış, böylece de her türlü baskıya karşı dirençli hale gelmişti. Diğerleri gibi gizli değil herkesin gözü önünde sigara içiyor, kızlarla takılıyor, kulağına küpe takıp Rock müzik dinliyordu. İlk tanıştığımızda beni görünce yanıma gelmiş ve sigarasını yere atarak bana sarılmıştı. Küçükken Almanya’da sürekli benim hayatımı anlatan filmleri izleyerek futbolcu olmaya karar verdiğini söylemişti”

Sekularac haklıydı, yıllar sonra 1987’deki turnuvada en iyi oyuncu seçildikten sonra üzerinde oluşan baskıyı nasıl kaldırdığı sorulduğunda sigarasından derin bir nefes çekip gülümseyecekti: “Asla üzerimde oluşan baskı benim için bir problem yaratmadı, aksine baskıdan hoşlanıyordum. Baskı altındayken hep elimden gelenin en iyisini yapmak zorunda hissettim. 1987’de de, Kızılyıldız’la Şampiyon Kulüpleri kazandığım 1991’de de, Barcelona’da da, Real Madrid’de de, Hırvatistan’la Dünya Kupası’nda üçüncü olduğumuz 1998’de de baskı en iyi arkadaşımdı.”

1991’e kadar dört yılda 117 kez formasını giydiği Kızılyıldız’la 24 gole imza atacak, 1991’de Yugoslavya futbolunun kulüpler düzeyinde en büyük başarısını kazandığı Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğunda başrolde Altın Portakal’lık bir futbol performansı sergileyecekti. 29 Mayıs 1991’de İtalya’nın Bari şehrindeki San Nikola Stadı’ndaki final maçını dün gibi hatırlıyor Prosinecki: “O zamanlar Kızılyıldız, Sırp milliyetçilerinin takımı değil, tüm Yugoslavya’nın takımıydı. Yugoslavya’yı oluşturan tüm milletlerin en iyi oyuncuları bizim takımdaydı: Refik Şabanadzoviç, Vladimir Jugoviç, Sinisa Mihailoviç, Dejan Saviçeviç, Darko Pancev, Romanya’dan Yugoslavya’ya iltica eden Belodecici ve ben. Benim için o gecenin daha ayrı bir önemi vardı. Kızılyıldız tarihinin en büyük yıldızlarından Stojkoviç, rakibimiz Marsilya’ya rekor bir ücretle transfer olmuş, onun orta sahadaki boşluğunu doldurmak da bana kalmıştı. Biz futbol oynamaya, Marsilya da futbol oynatmamaya çalışıyordu. Maç penaltılara kaldığında, adalet yerini buldu. Ben ilk penaltıyı atarken, çoktan tarihe geçtiğimizi düşünüyordum. O anın daha da ötesi yoktu. Bizden önce sadece Steaua Bükreş bir Doğu Avrupa takımı olarak bunu başarabilmişti. O zamana kadarki hayatımın en güzel anıydı. Şimdilerde bir Doğu Avrupa takımının bunu başarması ne kadar da imkansız gözüküyor ve bu çok acı…”

Belki de Yugoslavya tarihinin son güzel gecesi oldu o gece. Yılın sonuna doğru ülkeyi oluşturan federe cumhuriyetler arasında parlayan iç savaş kıvılcımları, önce Yugoslavya’yı bir yangın yerine dönüştürecek; Amerika ve Almanya’nın körüklediği etnik ayrılıkçı rüzgarlar, yangını körükleyip Yugoslavya’yı enkaza döndürecekti. Birçok yıldız futbolcu gibi Robert Prosinecki de Avrupa’ya iltica ederek kendisine yeni bir ülke arayacaktı. Ama Prosinecki sürgündeki eski Yugoslav futbol yıldızlarının en parlağı oldu. İlk önce Real Madrid’e transfer olan eski Yugoslav yeni Hırvat futbol sanatçısı, uzun bir süre eski istikrarını yakalayamadı. Üç sezonda sadece 55 kez R. Madrid forması giyebilirken sadece 10 gol attı ve daha çok başta sakatlıklar olmak üzere saha dışındaki sorunlarla boğuşmak zorunda kaldı.






Tabii ki rahmetli ülkesindeki etnik iç savaş yangınına dönüp baktığında, İspanya Prosinecki için olabilecek en güzel sığınaktı: “Benim için İspanya hala dünyanın en güzel ülkesidir ve Zagreb’le beraber hayatımda kendimi gerçekten yaşıyor hissettiğim tek yerdir. Hala sık sık İspanya’ya giderim, kızım orada Oviedo’da yaşıyor. Ve onu her ziyarete gittiğimde insanların beni hala tanıyor olması tarifsiz bir mutluluk. İspanyollar ve Hırvatlar birbirlerine çok benziyorlar. Futbol İspanya’da başlı başına bir din ve iki ezeli rakip olan Real Madrid ve Barcelona’da forma giymiş olmama rağmen her iki kulübün seyircileri tarafından seviliyor olmak harika bir duygu. Üstelik de sakatlıklar yüzünden Real Madrid’de benden bekleneni verememiş olmama rağmen, beni hiç unutmamış olmaları ve ‘Eğer sakatlıklar olmasaydı, Prosinecki yeni Maradona’ydı’ demeleri harika bir şey. Sakatlıklara gelirsek, hayat böyledir, bir atlıkarınca gibidir; en yukarı çıktığında her an en aşağıya inmeye kendini hazırlamalısın.”

Prosinecki, en yukarıda dünyanın en büyük yıldızlarıyla aynı takımda oynarken, hem Real’de hem de Barça’da takım arkadaşı olan bir oyuncu onun için bambaşka oldu: “Beraber oynama şansına eriştiğim en büyük futbolculardan birisi şüphesiz Hagi’dir. Hala çok iyi bir arkadaşımdır. Ondan çok şey öğrendim ama en önemlisi sakatlandığımda ya da kalitemin altında bir performans gösterdiğimde bile hep bir sonraki güne bakmak oldu. Hagi hep ‘Que sera, sera’ der, önüne bakardı. Barça ve Real’le yakalayamadığı başarıyı, kariyerinin sonbaharında Galatasaray’la yaşaması, başlı başına onun ne kadar büyük bir futbolcu olduğunu gösteriyor. Hagi bambaşkadır, o harika bir adamdır”

Belki de Hagi’den aldığı ilhamla Real’den ayrıldıktan sonra 1994’te Real Oviedo’da yeniden doğan Prosinecki, 1995 yazında Cruyff’un en beğendiği oyuncu olarak Barcelona’ya transfer oldu. Sezon başında harikalara yaratan Prosinecki, Cruyff ve kendisini “Robert Barcelonisimo” olarak niteleyen Katalan basını için başlı başına bir takımdı. Daha sonra bir kez daha şanssız bir şekilde sakatlanan Prosinecki, sezon başındaki formuna bir daha ulaşamasa da Nou Camp’ta kendine has bir futbol tadı bırakacaktı. Prosinecki için de Barça ve Cruyff bambaşkaydı: “Dünyanın her yerinde tüm futbolcular Real Madrid ve Barcelona’da oynamak ister. Kazanılan başarılara ve madalyalara bakınca Real dünyanın en büyük kulübü gibi gözükse de benim için Barça’nın yeri başkadır. Cruyff sadece beraber çalıştığım en iyi teknik adam değil, başlı başına bir futbol filozofudur. Onun hızlı ve sürekli hücuma odaklanan oyun tarzı, benim hayalimdeki futboldu. O yüzden de sakatlanmadan önce hayatımın en güzel futbolunu Barcelona’da oynamıştım.”




1996’da uzun süren sakatlığından sonra Barcelona’dan ayrılan Prosinecki, sırasıyla Sevilla, Dinamo Zagreb, NK Hrvatski, Standart Liège, Portsmouth, Ljubljaba ve NK Zagreb’te forma giydi ve 2004 yılında futbolu bıraktı. Barça’dan sonra oynadığı daha mütevazi takımlardan çok Hırvatistan formasıyla futbol adına bizleri ihya etmeye devam etti. İlk olarak tarihinde ilk kez ayrı bir ülke olarak Euro 96’ya katılan Hırvatistan formasıyla harika maçlar çıkardı ve her ne kadar Boban ve Suker’in gölgesinde kalsa da takımının gruptan çıkmasında önemli bir rol oynadı. 1998 Dünya Kupası ise Prosinecki’nin futbol kariyerinin en güzel yazlarından biriydi. Dinamo formasıyla üç yılda sadece 50 maç oynamasına ve fizik kondisyon açısından Sergen seviyesinde olmasına rağmen Hırvatistan’ın üçüncü olmasında hayati bir rol oynarken, bambaşka bir rekora da imzasını attı. Grup maçlarında Jamaika’ya attığı gerçeküstü gol, aynı zamanda bir oyuncunun iki ayrı milli takım formasıyla attığı ilk gol oldu. 1990 Dünya Kupası’nda Yugoslavya formasıyla Birleşik Arap Emirlikleri filelerini havalandıran Prosinecki, bu kez Hırvatistan’ın maçı garantilemesini sağlayan gole imza attı ve başta çeyrek finalde Almanya’yı 3-0’lık bir hezimete uğrattıkları karşılaşma olmak üzere Hırvatistan’ın üçüncülüğüne giden yolda, dahiyane paslarıyla turnuvanın yıldızlarından birisi oldu. Üstelik de kaderin harika bir cilvesi sonucu, Hırvatistan’ın başında bir zamanlar “Prosinecki’den futbolcu olursa ben de antrenörlük diplomamı yerim” diyen Blazeviç vardı.

2001’de önce dört maçlığına Hırvat savaş gönüllülerinin takımı NK Hrvatski Dragovoljac’da forma giydikten sonra bir kez daha yurt dışında şansını denemeye karar verdi. 2001-02’de formasını giydiği Standart Liège’den “Burası kazanınca New York, kaybedince Tahran oluyor” diyerek ayrılan Robert Prosinecki, İngiltere’nin Portsmouth takımından gelen teklifi değerlendirerek son bir kez üst düzey bir ligde forma giymeyi karar verdi.

2001-02 sezonunda gösterdiği performansla Portsmouth’ın kümede kalmasında hayati bir rol oynayan Prosinecki sadece bir yıl oynamasına rağmen gelmiş geçmiş en iyi oyunculardan birisi olarak Portsmouth tarihinde asla unutulmayacak bir iz bıraktı. Taraftarın sevgilisi olmasına rağmen saha dışında içtiği günde iki paket sigarayla İngiltere Futbol Federasyonu’nun kara listesine giren oyuncu, babasının ağır hastalığı nedeniyle ona yakın olabilmek için İngiltere’den ayrılmak zorunda kaldı. Babasının tedavi gördüğü Slovenya’nın Olimpija Ljubljana takımına transfer olduğunda, futbol gönlünde hala İngiltere Ligi vardı: “Kariyerim boyunca başta sakatlıklar olmak üzere çok büyük şanssızlıklar yaşadım. Eğer zamanı durdurma şansım olsaydı Portsmouth’ta oynadığım zamanı durdurmayı tercih ederdim. Hiç olmadığı kadar huzurlu ve mutluydum. Küme düşmemek bile olsa hedefi olan bir mütevazi bir takımla kenetlenerek 33 yaşında yeniden doğdum. Taraftarları hiç unutmadım, özellikle de sigara tiryakiliğim dolayısıyla federasyonun hedef tahtası olduğumda bana destek vermek için tribünlere asılan pankartları hiç unutmadım. Zaten nüfusunun %90’ının ve Adams gibi en ünlü oyuncularından birisinin alkolik olduğu bir ülkede sigarama neden bu kadar taktıklarını hiç anlayamamıştım. Üstelik gördüğüm tüm oyuncular da sigara içiyordu, sadece ben bunu gizlemiyordum. Ama taraftarlar gereken cevabı verdiler. Onları asla unutamam, gördüğüm en güzel karşılıksız sevgiydi.”

Prosinecki bugünlerde eski takım arkadaşları Biliç ve Asanoviç’le beraber Hırvatistan’ın başında. Belki de yine 1987’deki bavulunun üstüne kurulmuş sigarasını tüttürürken, tavana yükselen dumanların içinde başka bir sürpriz şampiyonluğun hayallerini kuruyor. Portsmouth’ın “Yeni Prosinecki”si Niko Kranjcar’ın idolü olarak, ayda bir kez Fratton Park’a uğruyor; ilhama ihtiyacı olduğunda Hagi’yi arıyor. Her pazar Hırvatistan Amatör Ligi’nin NK Savski Marof takımında asla paslanmayan klasını ara sıra sergilerken Barça’daki, Real’deki, Kızılyıldız’daki günlerine geri dönüyor ve hala futbol topunun Balkanlar’daki en adil tanrı olduğuna inanıyor: “Ben futbol oynadığımda zevk almaya bakarım; eğer iyi oynamadıysam içimde uçsuz bucaksız bir boşluk belirir, futboldan zevk almıyorsam bu dünyada işim ne diye sorarım”



Gönderen agovic zaman: 09:02 Hiç yorum yok:
Etiketler: Barça, NK savski, Real, Yugoslavya
Daha Yeni Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Yorumlar (Atom)

GoogleReklam

ReklamMatik

HepsiBurada

GoogleReklam

İzleyiciler

Blog Arşivi

  • ►  2010 (1)
    • ►  Ocak (1)
  • ▼  2009 (7)
    • ▼  Aralık (7)
      • Aman Dudek!
      • Futbol tanrıları ve Torres
      • Hafta Sonu Futbol @ TV
      • Beckham @ Milano
      • AVRUPA'NIN EN BÜYÜK FUTBOL SAVAŞI: SIRBİSTAN vs HI...
      • Zico&Romario&Adriano
      • ZAGREB,HIRVATİSTAN DEMİŞKEN: AVRUPA'NIN EN BREZİLY...